Sayfalar

19 Ekim 2014 Pazar

Son Osmanlı

Birinci Dünya Savaşı’nın en şiddetli muharebelerinin gerçekleştiği cephelerden biri de Sina - Filistin Cephesi’ydi.

Osmanlı, taarruz cephesi olarak açtığı Sina Filistin’de, Süveyş ve Mısır’ı alarak, İngilizlerin Hindistan ile ilişkisini kesmeye çalışıyordu. İngiltere ise Filistin’le birlikte, Arap Yarımadası’na ve böylece petrole tam hakimiyet elde etme amacı güttü. Cemal Paşa’nın, 1915′te 14 bin deveyle iki koldan Süveyş Kanalı’na yaptığı ilk harekat başarılı olamadı. 1916 yılında ikinci harekat başladı. Ama o sırada başlayan Arap isyanı için birliklerin bir kısmı Hicaz’a yönlendirilince, ordunun geri kalan kısmı, Gazze- Şeria- Birüsseba hattında savunmaya çekildi. 1917 baharında İngilizler, Gazze’ye karşı saldırıya geçti. İlk iki saldırı püskürtüldü. 24 Ekim 1917′de İngilizler, Hindistan’dan topladığı kuvvetlerle yani 138 bin askerle son taarruza başladı. Ve, Osmanlı Ordusu’ndaki Alman subaylardan albay von Kress’in hatıratında, “rüzgâr kar halinde esiyordu, çekirge istilası İbin Vahası’nı son yaprağına kadar silip süpürmüştü. Çok sıcak bir gündü ve erler susuzluktan son derece ıstırap çekiyorlardı. Bugün dahi kulaklarımda onların ’su… su…’ diye yalvaran ümitsiz bağrışlarını duymaktayım” dediği gün 9 Kasım 1917′de Kudüs düştü. Osmanlı ordusu, yağmanın önlenmesi amacıyla ardında küçük bir birlik bırakarak Kudüs’ü terk etti, Halep’e kadar geri çekildi.

Tam dört yıl süren bu cephe savaşında Osmanlı ordusunun kaybı 200 bini geçti.
Geride bırakılan artçı birlikten Iğdırlı Hasan Onbaşı, ‘ricat’ten tam 55 yıl sonra, 1972 yılında tarihçi yazar İlhan Bardakçı ile Türkiye’deki komutanına tekmil göndermişti:
Bardakçı’nın anlatımıyla işte o tekmil: ”Mevki Kudüs. Mekân Mescid ül Aksa, Tarih 21 Mayıs 1972 Cuma. Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz.

Kudüs Kapalı Çarşısı’nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid ül Aksa’nın önüne kavuşturur. Mirac mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble’mize yani… Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. “12 bin şamdanlı avlu” derler oraya. Yavuz Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs’ü devlete katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan… O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid’in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız.

Onu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy… İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi… Palto?.. Hayır, kaput, pardösü veya kaftan?.. Değil. Öyle bir şey, işte. Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı. Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu. “Kim bu adam?” dedim. Lâkaydi ile omuz silkti. “Bilmem.” diye cevap verdi. “Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya… Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez.”

Kan mı çekti nedir? Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe “Selâmünaleyküm baba.” dedim.
Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:
Aleykümüsselâm oğul…
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm…
Kimsin sen, baba? dedim.
Anlattı ki, ben de size anlatacağım.
Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet (Osmanlı) çökerken, biz Kudüs’ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hakimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki kenti zapteden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.
Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.

Ben, dedi, Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden…
Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı:
- Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan’ım…
Yarabbi. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi…

Ellerine bir kerre daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:
- Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?
- Elbette, dedim, buyur hele…
Konuştu:
- Memlekete avdetinde (dönüşünde) yolun Tokat Sancağı’na düşerse… Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi’yi bul. Ellerinden benim için bus et (öp). Ona de ki…

Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi:
- O’na de ki, gönül komasın. Ona de ki, “11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım. dedi” dersin…

Öleyazdım. Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti.”